Connect with us

GÖRÜŞ/RÖPORTAJ

Bir Türk Siyaset Klasiği: Muhalefette iken ayrı, iktidarda iken ayrı telden çalmak…

Published

on

Ibrahim Özkan

Yaklaşık bir asırlık Cumhuriyet ve 75 yıllık demokrasi tarihimize damga vuran en belirgin özellik nedir şeklindeki bir soruya verilebilecek en yalın ve doğru yanıt şu olur sanırım: Türk siyasetçileri muhalefette iken farklı, iktidara geldiklerinde farklı havadan söylüyor, ayrı tellerden çalıyorlar.

Bu tezin sağlamasını Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak yapabiliriz. Bildiğimiz üzere, ileride Cumhuriyetimizin kurucusu olacak Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’na henüz başladığı dönemde tüm söylemlerinde mücadelesinin tek amacının “Halife Hazretlerini işgalci devletlerin baskı ve esaretinden kurtarmak” olduğunu söylüyor ve bu suretle halktan destek talebinde bulunuyordu. Diğer taraftan, Kürtlerin desteğini almak maksadıyla, “Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği bölgeye muhtariyet (özerklik) verilmesi” de dahil olmak üzere birçok söz veriyor ve taahhütte bulunuyordu.

Bununla birlikte, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının akabinde, Gazi Mustafa Kemal başkanlığındaki Meclis’in ilk kararlarından birisi Saltanatın kaldırılması oldu. Çok değil, iki yıl sonra ise Halifelik ilga edilerek, Halife tüm ailesiyle birlikte yurtdışına sürgüne gönderildi. Burada vurgulanmaya çalışılan husus, bu kararların/politikaların doğruluğu veya yanlışlığına dair bir hüküm vermek değil, Savaş öncesi ve sonrası söylem ve pratiklerde görülen farklılaşmaya dikkat çekmektir.

Atatürk döneminde görülen bu söylem/pratik farklılaşmasına bir başka örnek ise Kürtlere yönelik yaklaşımdır. Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere kelimenin tam anlamıyla sempatik ve hatta romantik bir tavırla yaklaşılırken ve desteklerinin sağlanmasını teminen, Türk devlet geleneğinde çok da görülmeyen tarzda bazı sözler  (muhtariyet/özerklik gibi) verilirken, Savaşın kazanılıp Cumhuriyetin kurulmasının akabinde, devletin yönetici elitlerinin bu sözleri unutulmaya terkettiğine, daha doğrusu verilen taahhütleri çiğnemekten imtina etmediğine şahit olundu. Tarihi olayları kendi döneminin şartları dahilinde değerlendirmek gerektiği hususuna biz de uyalım ve o dönem şartlarının bu minvalde bir politikayı zorunlu kıldığını düşünelim. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, bu makalenin odaklandığı husus, politikaların doğru veya yanlışlığı konusunda bir hüküm vermek değil, yalnızca, öne sürdüğümüz savımızı (muhalefette iken ayrı, iktidarda iken ayrı söylem ve uygulamalar) destekleyecek verileri gözler önüne sermektir.

Bu savımıza en güçlü desteği, esasen, “siyaset kurdu” olarak vasıflandırılabilecek bir politikacı olan merhum Süleyman Demirel’in şu ünlü sözü vermektedir: “Dün dündür, bugün bugündür”. Bu sözün temsil ettiği hakikat, Türk siyasi hayatının temel gerçeği olmuştur dersek abartmış olmayız.

Siyasi hayatımızda bu sözü doğrulayan bir gerçek de şudur: Siyasi partilerin hemen hepsi muhalefette iken adil, demokrat, özgürlükçü görünmekte, iktidara geldiklerinde ise yalnızca kendilerine adil, kendilerine demokrat, kendi taraftarları için özgürlükçü olmaktadır. Bunu, 18 yıldır ülkeyi tek başına yönetmekte olan AKP’nin, muhalefette durduğu dönemdeki duruş ve söylemleri ile iktidarını sağlamlaştırdıktan (muktedir olduktan) sonraki uygulamalarına bakarak anlayabiliriz.

Şunu rahatlıkla ancak üzülerek söyleyebiliriz ki, bugün AKP, kuruluş felsefesine ve programına tamamen zıt politikaların uygulayıcısı durumundadır.

Artık hepimizin bildiği birkaç örnek vererek bu savımızı doğrulayabiliriz. Şöyle ki; AKP muktedir olana kadar AB ve Batı yanlısı politikalar izlerken (AB üyeliği sürecine sıkıca asılma, Kopenhag Kriterlerini uygulamaya çalışma, Katılım müzakerelerini başlatma, demokrasi, insan hakları, liberal ve özgürlükçü uygulamaları benimseme); iktidar gücünü tamamen eline geçirdikten sonra AB ve Batı ile ipleri iyice gevşetmiş, yönünü Doğu’ya, RF, Çin ve İran gibi, demokrasi karneleri zayıflarla dolu, totaliter ülkelerin başat aktörler olarak temayüz ettiği Avrasya eksenine çevirmiştir. Malum olduğu üzere, bu eksende demokrasi, hukuk, insan hakları, özgürlük gibi kavramlara “dış mihrakların/üst aklın ülkeyi zayıflatmak için empoze ettiği araçlar” gözüyle bakılmakta; kendi içine kapanık, dış dünya ile bağlarını iyice gevşetmiş, yerli ve milli olmayı gereğinden fazla abartmış, özgürlükleri kısıtlayan, kavruk bir üçüncü dünya ülkesi olmayı idealize eden bir yönetim tarzı benimsenmektedir.

Böylesi bir ülkede ana ideoloji ulusalcılık/milliyetçilikten ötesi olmaz. Çünkü her anlamda kısıtlanan, özgürlük alanları daraltılan halk yığınlarını otoriter yönetimin etrafında kenetlemenin tek yolu, sürekli düşmanlar üreterek, topluma korku ve paranoya aşılamaktan geçer. Doğaldır ki, etraflarının azılı düşmanlarla çevrili olduğuna inandırılan halkın mevcut idareye sıkıca sarılmaktan başka çaresi kalmaz.

Çünkü her anlamda kısıtlanan, özgürlük alanları daraltılan halk yığınlarını otoriter yönetimin etrafında kenetlemenin tek yolu, sürekli düşmanlar üreterek, topluma korku ve paranoya aşılamaktan geçer.

Halbuki AKP’nin muhalefette iken nirengi noktaları adalet, eşitlik, tam demokrasi ve özgürlükler idi. Yasaklara, yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı olduklarını vurguluyorlardı. Milliyetçiliği ayaklarının altına almışlardı. Kürt sorunu onların sorunu idi, onlar çözeceklerdi. Alevilerin hakları tanınacaktı. AB’ye üyelik konusu öncelikli ve vazgeçilmez politika idi. İşkenceye asla tolerans gösterilmeyecekti.  Komşularla sıfır sorun politikası takip edilecekti.

Heyhat! Bugün adaletin, eşitliğin, hukukun, demokrasinin, özgürlüklerin dip yaptığı bir ülkede yaşıyoruz. Yasaklar hayatımızın baskın bir gerçeği olmuş durumda. Bir cendereye sıkışmışlık hissi yaşıyoruz toplum olarak. Her an, bir şekilde, bir yerlerle irtibat ve iltisaklandırılmaktan korkuyoruz. Şucu bucu olarak itham edilme riski demoklesin kılıcı misali tepemizde sallandırılıyor sürekli. Hukuka güven yerlerde sürünüyor. Bazıları hukuka “siyasetin köpeği” gözüyle bakıyor. Hukuktan arındırılmış devletin ise mafyadan bir farkı kalmıyor.

Öte yandan, yolsuzluk endeksinde dünyada ilk sıralardayız. Devlet ihaleleri sürekli olarak belirli firmalara veriliyor. İhale kanunu yüzlerce kez değişikliğe tabi tutuluyor. İhalelerde yapılan yolsuzluklar Sayıştay raporlarına kadar girmiş durumda. Ancak bu yöndeki tüm haberlere anında “erişim yasağı” getiriliyor. “Kral çıplak” demek suç!

Halkın ana gündemi ise ekonomik kriz. Günden güne artış gösteren pahalılık ve işsizlik halkın belini iyice bükmüş durumda. Yoksulluk günden güne daha çok yaygınlaşıyor.

İktidarın gayrıresmi ortakları MHP ve Vatan Partisi’nin empoze/dikte ettiği ulusalcı/milliyetçi görüşün etkisiyle, Kürt sorununu yalnızca güvenlik perspektifinden gören bir anlayış hakim. Muhalif tüm kesimler ve partiler susturulmakta. HDP’nin bile kapatılması gündemde.

AB üyeliği için çalışma mı? AB konusu gündemden düşeli yıllar oldu. AİHM kararları işgalci bir gücün müstemleke memleket üzerinde hüküm tesisi gibi görülüyor. Hapishaneler işkence yuvasına dönmüş durumda. Başörtülü kızlara çıplak arama yapıldığı iddiaları uçuşuyor ortalıkta. Bunu gündeme taşıyan milletvekiline terörist damgası vuruluyor. Aleviler mi? Onlar çoktan unutuldu. Komşularla sıfır sorun politikası dediler, sorunlu olunmayan komşu kalmadı. Dünyaya posta koymayı marifet sayan bir dış politika anlayışı gelişti.

Kısacası, muhalefette iken/muktedir değilken söylenen, programlanan politikaların iktidarda/muktedirken esamisi okunmuyor. Dolayısıyla muhalefette iken demokrat, adil, özgürlükçü görünmek, esasen hiçbir şey ifade etmiyor bu coğrafyada.  Esas olan odur ki, iktidarda iken, muktedir olunca demokrat, adil ve özgürlükçü olabilmek. Gerisi laf û güzaf… 

Son söz: Peynir gemisi lafla yürümüyor. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Vesselam…