Connect with us

Kültür/Sanat

Geçmişte yüzüme karşı ‘kadınlar doğası gereği şef olamaz’ diyenler çıktı

Published

on

Bir kadın orkestra şefi olarak, sizinle öncelikle kadınların müzik dünyasındaki yeri ve kadın şeflerin durumu üzerine konuşalım isterseniz… New York Şehir Operası’nın direktörlüğünü de yapmış olan ünlü soprano Beverly Sills şunları söylemişti: “Kadın besteciler, sahne direktörleri ve dekoratörler için bariyerler büyük ölçüde yıkıldı. Orkestra şefliği son bariyer olarak duruyor.” Dünyada başlangıçtan bugüne kadın müzisyenlere yönelik bir ayrımcılık var. Toplumsal gelişme yanında, kadın hareketinin ve kadın müzisyenlerin mücadeleleri, her şeye karşın bu ayrımcılığı azaltıcı yönde etkiler yaptı. Besteciler ve orkestra sanatçıları düzeyindeki olumlu gelişmeler daha büyük olsa da, orkestra şefliği alanında gözlediğimiz olumlu gelişmeler daha sınırlı. Bu farklılığı nasıl açıklıyorsunuz?
Orkestra şefliğine baktığımızda aslında yüz yıllardır süregelen bir liderlik pozisyonu olduğunu görüyoruz. Yani yalnızca dünyadaki liderlik pozisyonlarına ve en çok para kazandıran işlerdeki kadınların yüzdelerine baktığımızda bile çok düşük bir oran görüyoruz. Bir de bunun üzerine geleneği koyunca tabii toplam 4 kişi kadar kalıyoruz dünyada tâbiri caizse. Zaten kadınların liderliklerini kabul ettirmelerini bırakın, böyle pozisyonları hâlâ istemediği, kendisi için öngörmediği bir dönemdeyiz. Kadın istediği zaman ne yapıp edip bir şekilde başarıyor zaten. Ancak rol modelimiz yok; istemiyoruz. Peki bestecilikle orkestra şefliği arasındaki en büyük fark ne? Günümüzde daha zorlaşmış olsa da, besteci isterse yüzünü bile göstermeden hiçbir zaman orkestrayla direkt konuşmadan, medyaya bulaşmadan isini yapabilir. Ama orkestra şefliği bire bir ilişki ve direktif gerektiriyor. Haliyle podyum dışındaki her an cinsiyetimiz önem taşıyor. Ama tabii bu önem taşıyan özelliklerimizden yalnızca bir tanesi. Ancak önemli bir tanesi. 

Tüm olumsuzluklara karşın, son 15-20 yıldır dünyadaki kadın şeflerin sayısı arttı, günümüzde müzik dünyasının en önemli ve büyük orkestralarında olmasa bile birçok orkestrada görev yapan kadın şefler çoğaldı. Yeni kuşak kadın şefleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Aralarında beğendikleriniz, izledikleriniz var mı?
Kadın şeflerin görünürlüğü benim için çok önemli. Ben genç bir şef olarak sürekli biçimde deneyimli şeflerden ilham alıyorum, anlamaya, onları analiz etmeye çalışıyorum. Şeflikte görsellik çok önemli ama maalesef hâlâ “izlediğim” şeflerin çoğu erkek. Çünkü kadınlar müzik klibi diyebileceğimiz prodüksiyonlar yapmıyorlar. Denk geldiğim zaman seviniyorum. Artık bir kadının kendi Beethoven toplu senfoniler dizisini YouTube’a koyma vakti gelmedi mi sizce de?! Uzun lâfın kısası, hâlâ görünürlüğü olan, prodüksiyonu olan kadın şef az. O yüzden benim hiçbir kadın şefi beğenmeme lüksüm yok. Her birinden birçok şey öğreniyorum. 

Kadın orkestra şefleri müzik dünyasına girdiklerinde, yüzyılların getirdiği “erkek şef” alışkanlığının dışında oldukları için değişik tepkilerle karşılaşıyorlar, en azından yeterince benimsenmeme ya da yadırganma durumu diyelim. Erkek orkestra şefleri, erkek orkestra elemanları ve konser dinleyicisi yönünden bu yadırganma durumunu ve tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz hiç bu tür tepkilerle karşılaştınız mı?
Benim bir orkestraya çağrılmam için zaten o orkestranın cinsiyetçilikle olan imtihanını geçmiş olması gerekiyor. Şeflikte cinsiyet garip bir şey. Podyuma çıkana kadar cinsiyetim var, podyumdayken yok. Podyumdayken diğer her şey önemli. Ama indiğim anda başlıyoruz tekrar kadın şef olmaya. Cinsiyetçilik illegal. Kimse benim yüzüme gelip sen kadınsın diye senden direktif almıyorum diyemez. Bunu belki eskiden söyleyebilirlerdi ama şimdi işlerinden olurlar. Ancak cinsiyetçilik artık daha farklı daha psikolojik boyutlarda oluyor. Ve çoğu zaman kapalı kapılar ardında benim bilemeyeceğim durumlarda oluyor. Ancak işin hikâye kısmına gelirsek, tabii ki benim hayatımda da maalesef çok akıl zorlayan durumlar oldu. Yüzüme “kadınlar doğası gereği şef olamaz” tarzı cümleler söylendi. Gençtim, hatta çocuktum, cevap veremedim. En azından şevkimi kırmamış. Eminim sadece bu cümle bile birçok kadının bu işi hayal etmesine engel olabilir. 

Dünyada birçok önemli erkek şef, kadın şefleri olumsuzlayan değerlendirmelerde bulundu. Zubin Mehta’dan Yuri Temirkanov’a, merhum Mariss Jansons’tan Vasily Petrenko’ya kadar. Bunu meslekî bir kıskançlık ya da alışılmış düzenin sarsılmasına tepki olarak mı değerlendirmek lâzım? Genç kuşakta bu tepkiler azalıyor mu?
Evet, tam da böyle! Orkestra çok geleneksel bir yapı. Hâliyle liderleri de geleneği takip ediyor. Diğer bakış açısıyla da, orkestra elemanları geleneksel liderleri daha kolay kabul ediyor. Yani zaten her lider değişiminde biraz tansiyon vardır. Bir de lider değişimi sırasında, örneğin kriz varsa, bütçe düşürülmeye gidiliyorsa, sinirler bir sebepten gerginse; daha kolay kabul edilebilecek bir lider arayışına gidebilir orkestra. Tam da bu sebeple yalnızca kadın değiliz diyorum. Cinsiyetimiz önemli ama beni ben yapan birçok şey var, cinsiyetim bunlardan yalnızca bir tanesi. Ben büyürken de organizasyona, risk yönetimine, psikolojiye, araştırmaya, analitik bakış açısına meraklıydım. Bunlara merak sararken hiç cinsiyetimi düşünmemiştim…

Müzikseverlerin sizinle ilk tanışması şeflik eğitimi için ABD’ye gitmeniz aşamasında olmuştu. Aradan 6 yıl geçti sanıyorum. Okuyucularımız için bu 6 yılda neler olduğunu, neler yaptığınızı kısaca özetler misiniz?
Evet, 2014’te New York’a taşındım. Hatırlıyorum, vardığımın ertesi günü hemen okulum başlamıştı. Bernstein’in Mass’i icin solist odisyonlarını gözlemlemiştim, ilk görevim olarak. O sırada ne kadar önemli bir prodüksiyon olduğunu bilmiyordum. New York Times’a çıkmıştık… İlk iki yılım rüzgâr gibi geçti. New York gerçekten hızlı ve zor ama eğlenceli bir şehir. Herkes çok iyi! Standartlar çok yüksek. Sonra doktora için Güney Karolina’ya tasındım. Hocam Dr. Portnoy Amerika’da uzun süredir şef pedagoglugu yapan, dünyanın her yerinden orkestra şefleri yetiştirmiş bir maestro. Ondan gerçekten çok şey öğrendim geçtiğimiz senelerde. Okulum bitti, bu yaz da aksi bir şey olmazsa tezimi bitirip mezun olacağım. Aksi bir şey olmazsa diyorum ama korona tabii her şeyi etkiliyor. Kütüphaneler kapalı, araştırma yapmak çok zor…

Türkiye’deki ve ABD’deki şeflik eğitimini değişik boyutları itibariyle kısaca karşılaştırabilir misiniz? Her iki ülkedeki deneyimleriniz size neler kazandırdı?
Türkiye’de ben yalnızca Mimar Sinan’daki şeflik eğitimini biliyorum. Başlangıç olarak iyi bir eğitim. Ben de orada başladım. Ancak, bir müzisyenin yetişmesi için birçok şey lâzım, bir şefin yetişmesi için ise daha da fazlası. Türkiye’de büyük okullar yok. Hâliyle okulların genelde yalnızca bir orkestrası var, bunu da tabii hocalar yönetiyor, öğrencilere pek podyum zamanı kalmıyor. Ben yüksek lisanstayken 4-5 farklı müzik topluluğu yönetiyordum sıklıkla, büyük orkestrayla provalarım oluyordu, operada asistanlık yapıyordum. Doktora yaptığım okul daha da büyüktü. Bol bol podyum vaktim oldu. Ayrıca Amerika’daki okullar sizin başka yerlerdeki eğitiminiz için de bütçe ayırıyor. Okuldan aldığım ödüllerle veya burslarla masterclass’lara katılabiliyorum. Şeflik çok pratik isteyen, hâliyle bol bol podyum vakti isteyen bir meslek. Bu da tabii pahalı. İş dönüp dolaşıp hep paraya geliyor sanırım…

Sosyal medyayı çok yoğun ve iyi kullanan bir sanatçısınız. Bu, sizi ve müzikal etkinliklerinizi takip eden çok sayıda insan olduğu, onlara ulaştığınız anlamına da geliyor. Sosyal medyadaki müzikal etkinlikleriniz hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz? Sağladığı kazanımlar neler?
Aslında çok ilginç bir zamanda bunu sordunuz. Ben şu aralar pek yanaşmıyorum sosyal medyaya. Benim için insanlara ulaşmak çok önemli. Aslında şöyle düşünüyordum YouTube serisini başlatırken: Benim arkadaşlarım benim konserlerime destek için geliyorlardı hep. Ben de buna açıkçası sinir oluyordum. Müzik dinlemek için gelseler, “Aaa, ikinci bölümde yaptığın şeyi beğendim” deseler keşke, “desteklemek” yerine diyordum. Sonra farkına vardım ki, ikinci bölümde yaptığım şeyi beğenmeleri için ikinci bölümle ilgili bilgileri olması lâzım. Aslında YouTube videolarının başlangıcı da biraz tesadüfî oldu, amacım klâsik müziğe yakıştırılmış elitizm yaftasını yıkmak. #herkesicinklasikmuzik başlığıyla da bunu anlatmaya çalısıyorum. Sosyal medya vakit alıyor gerçekten. İzleyici sayısı arttıkça daha da vakit alıyor. Bu konuda menajerler çok yardımcı oluyor ama. Bir noktadan sonra düzenlemeleri onlara bırakmak iyi oluyor. Ben kitlemi çok seviyorum. Özellikle YouTube’da. Yorumlar beni çok sevindiriyor, hatta ilham veriyor. Her Türkiye’ye geldiğimde konserlere gidiyorum ve benim videolarım sayesinde senfoni konserlerine gitmiş insanlarla tanışıyorum. İnanılmaz bir his. Küçük çocuklar, yetişkin insanlar, kadın, erkek, lgbti… Skala çok geniş. Ben böyle bir şeyi asla tahmin edemezdim.

Diğer taraftan sosyal medya kullanımının potansiyel bir tehlike de içerdiğini düşünüyorum, sanatçıyı daha popüler olana çekme anlamında. En azından sizi izleyen kitlenin beklentilerinin bu doğrultuda olduğunu düşünür müsünüz? Bu, popüler olmayana yeterli ağırlığı verememe anlamında, gelecekteki sanatsal faaliyetleriniz açısından bir etkilenme-sınırlanma getirebilir mi?
Ne yaptığının farkında olmak gerekiyor. Bunun hangisi popüler kitleye hitap ediyor, hangisi çok fazla kitleye hitap etmiyor. Meselâ bir dizi oyuncusu düşünelim, tek bölümden büyük paralar alan ama aynı zamanda bir tiyatroda sanatsal açıdan değerli ve zor bir oyunda oynayan. Böylesi hârika bir şey. 2020’de yaşıyoruz, 1800-1900’lü yıllarda değil. Bunun farkında olmamız gerekiyor. O yüzyıllardaki müzikleri yeniden ürettiğimiz için, böyle bir şey olduğunu unutuyoruz. Yaşadığımız yıl 2020. Bulunduğumuz ülke Türkiye ya da Amerika, artık neredeysek. İçinde yaşadığımız sistem de kapitalizm. Para kazanmak zorundayız, benim mesleğim de müzik ve bu işten para kazanmak istiyorum. Güzel bir yaşam istiyorum. Bu yüzden eğer popülist sistemden para kazanacaksam, en azından bunu farkında olarak ve sanata geri vererek yapmam gerekiyor.

Türkiye’de kadın şeflerin sayısı çok sınırlı, neredeyse bir elin parmak sayısı kadar. İnci Özdil, Mehpare Karamenderes, Sera Tokay, yenilerden Nil Venditti ve siz. Sayının bu kadar az olmasını neye bağlıyorsunuz? Toplumsal değer yargılarımız mı, müzik eğitim sistemimiz ve onun bir parçası olarak şeflik eğitimimiz mi uygun değil? Ya da başka hangi faktörlerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Üstelik bu isimlerden bugün Türkiye’de şeflik faaliyetlerini sürdüren yok gibi, bu da kelimenin bir anlamında çok tuhaf.
Haklısınız, çok azız. Saydıklarınızın üzerine bir de Sibil Arsenyan var. O da bizim yaşlarımızda, ancak Nil ve benim aksime Türkiye’de daha aktif. Açıkçası, Türkiye’de pek orkestra yok. Sadece benim bulunduğum eyalette bile Türkiye’deki orkestraların toplamı kadar orkestra olabilir. Ve bir şef olarak ister amatör bir orkestra olsun, ister okul orkestrası, ister kilise, ister büyük orkestra, biz para kazanıyoruz. Türkiye’de konser vermeyi çok seviyorum. Ailem, çocukluk arkadaşlarım, tanıdığım birçok insan gelebiliyor. Yani sonuçta 23 sene yaşadım ben orada! Ama ancak iş oldukça gelebiliyorum tabii ki. Eee, tabii bir de dolar-TL kur farkı var. Uçak bileti bile bazen konser başına alınan ücretten daha pahalı olabiliyor. Yani geldik yine para pul işlerine… 

Gelecek için düşünceleriniz neler? Bu elbette gelişmelere ve olanaklara da bağlı ama şeflik kariyerinizi ABD’de ya da bir başka ülkede sürdürmek mi daha ağırlıklı kafanızda, yoksa Türkiye’ye dönüp burada devam etmeyi mi tercih edersiniz?
Ben iş nerede varsa oraya gidiyorum. Bunu da seviyorum. Tüm dünyayı konser vererek dolaşmayı çok isterim. Hârika olmaz mı?

Erkek egemen müzik dünyasında bir kadın müzisyen-şef olarak hissettiklerinizi, varsa yaşadığınız sıkıntıları bizimle paylaşabilir misiniz?
Maalesef hâlâ alanımızın çoğunluğu erkek. Şeflik öğrenmeye başlarken sürekli “bu iş kadınlığın doğasında yok” vs. gibi caydırıcı laflar duyuyordum ama tabii ne olursa olsun öğrencilik izole bir alan. Dış dünyadan korunuyorsun öğrenciyken. Şunu da anlamamız lâzım, şefler ve solistler sınavla çağrılmaz. Eğer o orkestranın şefi ya da artistik direktörü sizi bir şekilde duymuşsa çağırır. Ancak burada da bitmiyor tabii. Eğer bu insanlar çağıracakları kişinin orkestrayla, yönetici kurulla, seyirciyle uyuşmayacağını düşünüyorsa yine çağrılmaz. Yani uzun lâfın kısası, ben eğer bir orkestraya çağrılıyorsam, zaten biliyorum ki bu karar bütün süzgeçlerden geçti ve muhtemelen cinsiyetçi bir yaklaşımla karşılaşmayacağım. Ama çağrılmadığım yerleri bilemem zaten. Bir de şöyle bir tutumla karşılaşıyorum son zamanlarda. Sanki bir ülkede bir kadın şef olmalı. Yani biz orada kadın şef kotasını doldurmak için varız, başka sebeple yokuz. Bunun en tehlikeli durumu, kadın şeflerin belki istemeden de olsa bu şekilde düşünmesi. Biz ancak hep beraber var olabiliriz. Cinsiyetimiz bizim birçok farklı özelliğimizden yalnızca biri. Ben orkestranın karşısına geçtiğim zaman yaşım cinsiyetimden daha çok fark ediyor açıkçası…

Müzikal kimliğinizin bir yönü de bestecilik. Şeflik ve bestecilik aslında birbirini besleyen müzikal etkinlikler ama ikisini birlikte sürdürmek zor olmalı. Bize bestecilik faaliyetleriniz hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz? Besteciliğiniz açısından gelecek için neler öngörüyorsunuz?
Ben aslında sürekli küçük de olsa beste yapıyorum, pek durmuyorum. Ama büyük besteleri genellikle bir sebep olursa yapıyorum artık, sipariş vs. gibi. Gerçi yine başladım bir şeye, şu aralar iş olmadığı için. En son büyük konserim geçen aylarda Washington DC’de oldu. Smithsonian Müzesi bir siparişte bulundu. Orta Çağ’dan kalma kitapların üzerindeki kaplamalarda çeşitli Gregoryen şarkıları buldular. Ama bunlar parça parçaydı. Ben ve bir profesör bu şarkıları bulduk ve ben yeni bir müzik yazdım o motiflerden esinlenerek. Çok ilginç bir deneyimdi.

İyi bir orkestra şefi olmanın gerekirliklerinden ve bir şefin yaşamındaki zorluklardan söz edebilir misiniz?
İyi orkestra şefliğinin formülü iyi çalışma disiplini + iyi liderlik. Tabii bunları standart müzik bilgisi, repertuar, yaratıcılık gibi profesyonel becerilerin üstüne eklememiz lâzım. Şöyle anlatayım: Disiplin ve liderlik dedik. Bu ikisi de aslında tamamen pratik sebeplerden lâzım bize. Disiplinli olmak zorundayız, çünkü orkestra önünde bir sorumluluğumuz var. Provanın etkin geçmesi bizim elimizde. Ancak bazen konserler sırasında röportaj, yemek, yeni bir ülkedeysek tanışma vs. gibi birçok etkinlik olabiliyor. Bunlara rağmen benim zamanımı iyi değerlendirmem ve notaya zaman ayırmam gerekiyor ki, bir sonraki prova için kafamda iyi bir şema oturtabileyim. Liderlik de aynı şekilde sorumluluk. Ben bir müzik direktörü olarak orkestrayı her geçen sene daha da ileri taşımak sorumluluğuna sahibim. Bunun için de vizyon sahibi olmak zorundayım, konuşmayı bilmem lâzım, fon bulabilmem lâzım, karar verebilmem lâzım, bürokrasiyi anlamam lâzım. Bence bu sebeple şefliğe zor meslek deniyor, çünkü bu meslekte birçok katman var. Yoksa herkes öğrenir nota okumayı, el vuruşlarını, onlar zor değil müzisyenler için.

Bir orkestra şefi olarak mutlaka sanatınızın eski-yeni ustalarını dinliyor, izliyor; onların sanatından öğreniyor ve dağarcığınıza katıyor olmalısınız. Geçmişten ve bugünden, en çok beğendiğiniz ve sizi etkileyen şefler kimlerdir?
Ben eğer bulabilirsem bir müziğin ilk kaydını dinlemeye çalışıyorum hep. Artık “kayıtlı” bir dünyada yaşıyoruz ve bu ses kayıtları da gelenek olmaya başladı. Bilmiyorum hiç orkestra kaydında bulundunuz mu, ilginç ve çetrefilli bir süreç. Müziği kayıt teknolojilerine göre bükmek gerekiyor bazen. Özellikle eskiden teknolojiye daha da yenik düşülebiliyordu. Bu noktaları da biliyorsanız ilk kayıttan itibaren oturan çeşitli gelenekleri fark edebiliyorsunuz dinlerken. Bence bu tür detaylar hep aynı şeyleri duymaya alışan kulaklarımız için önemli. Bu uzun girişten sonra, kesinlikle bulmaya çalıştığım kayıtlar arasında Bruno Walter ve Leonard Bernstein başta geliyor. Neeme Järvi neredeyse her şeyi kaydetmiş, kendisiyle çalışma şansı bulduğumdan dolayı onun yorumlarını iyi anladığımı düşünüyorum. Son olarak da tabii, en favori şefim Yannick Nézet-Séguin’in kayıtlarını çok seviyorum.

Ahmet Makal